…hakkımdaki seyriniz sizden ibarettir.

obikaramel

dugularınızı anlattığınızda dinlemeyen bir bireyin bile duygusuz değil doğrusuz olduğunu unutmayın. hayatınızdan geçip gitse dahi iz bırakacak bir küçük anı kaldıysa hatırda kayda almaya değer diye düşünüyorum.

ve hayatıma karşı kaldırımdan bakmanın da güzel olabilmesi için çıktığım yolda çakıl taşlarından yol çiziyorum kendime…ayak izlerimi takip edin demiyorum ayak izlerimden yol bulabilirseniz buyrun beraber yürüyelim diyorum.

bu yüzden belki tanışıyoruzdur, belki de bir gün bir yerlerde oturup sohbet ederken okuduğun bu satırları bana anlatıyorsundur, kim bilir belki kalbine küçük bir dokunuyorumdur…

Yada hayatına beraber karşı kaldırımdan bir tebessüm ediyoruzdur. yolu yol yapana, yolda durana, yada yoldan ayrılana…

Her ne ise boşver …

kalemi alıp yazmaya başladığım bu dizide okuyacağınız her şey kendi hayalinizden değil kendi benliğinizden koptuğunuzda bana olduğu gibi sizlere de ışık olmasına niyet edilmiştir.

“…ve Bir gün KAYBOLURSAN! kafanı kaldır ve GÖKYÜZÜNE BAK senin için parlayan o yıldızı TAKİP ET !”

bu yazıların hepsi, eğitim düzeyi engellenmiş, bütün hakları elinden alınmış dahi olsa hislerini saklamak zorunda bırakılan bütün aydınlık fikir sahiplerine: sizlerin de varsa hikayeleriniz burada dinlemeye ve dinletmeye hazırım.

sahip olduğunuz tüm güzel günlere minnet etmenize engel olan hikayelerinizi sevgiyle lizacakir@hotmail.com adresinde bekliyor olacağım.

!bu arada unutmadan şimdi merak edenleriniz vardır kesin “neden obikaramel“ diye…
şöyle ki; şeker tadında hayatı ateşle yanan ve tam zamanında geri durabilen her tatlı insan soğudukça herkesin hayatında
misler gibi bir karamel olur da ondan 😉

…herkes kalbi kadar sevebilir

İnsan, çoğu zaman sınırlarını başkalarının tutumlarında arar. Oysa sınır sandığımız şeylerin büyük bir kısmı, içimizde sessizce durur.

Herkes kalbi kadar sevebilir. Sevgi, öğretilen değil; taşınabilen bir hâlidir. Kalbin kapasitesi neyse, sevgi de oraya kadar yayılır. Fazlası zorlanır, eksileni hissedilir.

İnsan baktığı kadarını görebilir. Aynı manzaraya bakan iki kişi, bambaşka hikâyeler anlatır. Biri sadece yüzeyi seyreder, diğeri derinliği fark eder. Görmek, gözle değil; dikkatle mümkündür. Dikkat yoksa, gerçek de görünmez olur çoğu zaman.

Ve tabiki sorduğu kadarına cevap alır. Doğru sorular sormadan, doğru yanıtlar beklemek bir tür aceleciliktir. Hayat, merak edenle konuşur. Yüzeysel sorulara yüzeysel cevaplar verir; derin sorulara ise bazen sessizlikle, bazen uzun bir yolculukla karşılık verir.

Nasıl ki doyacağın kadarını yiyebiliyorsan, insan, hayattan da doyacağı kadarını alır. Bunun masadaki yemekle alakası yoktur. Açgözlülük çoğu zaman tatminsizlik doğurur; ölçü ise huzuru. Fazla olan, her zaman iyi gelmez.

İnsan gücü kadar sarılabilir. Sarılmak, sadece kolların mesafesi değil; yüreğin cesaretidir. Bazıları dokunur ama ulaşamaz. Bazıları sessizce sarılır ve iyileştirir. Gücün yetmediği yerde samimiyet eksik kalır.

Belki de mesele, daha fazlasını istemek değil; sahip olduğumuz kapasitenin farkına varmaktır. Kalbimizi büyütmeden sevgiden, bakışımızı derinleştirmeden gerçekten görmekten, sorularımızı çoğaltmadan anlamdan söz etmek zor.

Çünkü hayat, kimseye olduğundan fazlasını vermez.

Ama herkes, hazır olduğu kadarını mutlaka alır hayattan.

lizaçakır

…bazı boşluklar doldurulmak için değildir

Hayatında boşluk dediğin dönemlerin sessiz bir dili vardır. eksik kalmış bir cümle değil, yarım bırakılmış bir hikâye hiç değil. Bazen zaman senin için sadece durmak ister.

Ne tamamlanmak ister ne de açıklanmak.

Sadece durmak!

Üzerlerine etiket yapıştırmadan, anlam aramadan, “burada ne olmalıydı?” diye sormadan, arayışa girmeden…durmak.

Hayatımı şekillendiren en etkili deneyimlerimden öğrendiğim en kıymetli gerçek bazı sorular, sorulmadığında çok daha anlamlı.

Hayatımda var olmayan şeylerin de bir dili olduğuna inanıyorum, hatta bunu yaşayarak öğreniyorum. Sessizliğin, eksikliğin, askıda kalmış hâllerin kendine ait bir anlatımı olduğunu görüyorum.

Duygular, düşünceler, hasarlar, kazanımlar, başarılar ve kayıplar… hepsinin hayatınızda katılaşma süreci var. bu ruhsal savaşta kazanım sağlayabilmek için aldığımız hasarları kazanıma çevirmek için o nefes alacağımız boşluklara ihtiyacımız var omurganızıda oluşan hasarların iyileşmesine, dikleşmesine ve kemikleşmesine hizmet ettiği bir sürece.

Hiçbir şey eklemeden, hiçbir şeyi zorlamadan kendini tam hissettiğiniz bu boşluk halinin size kazanımını yola devam ederken fark edeceksiniz.

O yüzden en güçlü kazanımımın bana öğretmiş olduğu en kıymetli çıkarımım “bazı boşluklar, doldurulmak için değil sadece durmak içindir”

lizacakir

obikaramel

…değişim de şart değil

Herkes değişmek zorunda değil.

Bazıları sabit kalmayı, aynı soruyu her gün yeniden sormayı bir yaşam biçimi sanıyor.

Oysa sorun değişmiyorsa, soruyu soran da değişmiyorsa, hatta “acaba” dedirten şey bile aynı yerde sabitleniyorsa… orada devrim beklemek fazla iyimserliktir.

Sorgulatanın dahi değişmediğini düşünüyorsan, aynı duvara farklı günlerde kafa atıp “Bugün daha az acır mı?” diye umut ediyorsan, burada sorun kader değil, ısrardır.

Bir de sağlam duruş meselesi var tabii.

Ayakta duruyormuş gibi yapıp, içten içe rüzgârla savruluyorsan, “Ben böyleyim” cümlesi kişisel bir marka değil, geçici bir mazerettir .

Başındaki duman ağır gelmeden kaçmak ise korkaklık sayılmaz. Bazen en akıllı hamle, yangın alarmı çalmadan binayı terk etmek gibidir. Kahramanlık her zaman içeride yanmak değildir; bazen de kapıyı bulup çıkabilmektir.

Kısacası…

Değişim de şart değil.

Ama aynı yerde boğulmak da bir zorunluluk değil.

Herkes dilediği kadar aynı kalabilir; sen yeter ki dumana alışmak zorunda olmadığını hatırla.

lizaçakır

obikaramel

…bu bir kayıp değil

Kanatlanıp uçan zaman dediğimiz şey, aslında saklanmamız için bize tanınmış bir süreçtir.

Sayısız kez boşa harcanmış sandığımız zamanlar, hayatın bizi dinlemek için ayırdığı nitelikli bir dönemdir. Kendimizi daha rahat ifade edebilmemiz için “dur” dediği, “dinlen” diye fısıldadığı bir zaman…

Bu süreci kendimizce doğru değerlendirdiğimizde, kalan zamana daha sağlıklı başlangıçlar yapabilmemizi sağlayan bir nadas hâline dönüşür.

Ruhun gıdası durgunluktur;

sakinliktir,

seyirdir…

çoğu zaman bir vedadır.

Kaybolduğunuzu sandığınız anlar, aslında kendinizi yeniden bulma çabanızdır. Boğaza düğümlenen kelimelerin çözülmesi zaman alır. Yutkunduklarımızı hazmetmek zaman alır. Duyguları sakinleştirmek, normalleştirmek zaman alır.

Ruh demlenir.

Kalp temizlenir.

Yeni başlangıçlar için temiz bir alan açılır.

Bu sürece “kayıp” demek; kendimize, yaşadıklarımıza, yaşayamadıklarımıza ya da yaşatamadıklarımıza haksızlık değil midir?

Elbette bu düşünce çoğunuza saçma gelebilir. Denemeden bilemezsiniz. Bocaladığınızda daha da boğulacağınızı bilmeden, ufacık bir nefesi bile başarı sayıyorsanız; siz çabaya âşık bir ruhsunuzdur.

Ancak şunu unutmayın:

Çaba ne kadar şiddetliyse, alamadığınız nefesin etkisi de o kadar şiddetle sizi boğacaktır.

Güç, çabalamakla oluşmaz.

Hayat, yaşamla mücadele etmekle değil; yaşama huzurla tutunabilmekle yol alır.

Korkular boğazınızda düğümlenen sözlerle size nefes aldırmadığında, kayboluşlarınız ses çıkaramaz.

Bu iç savaşın kazananı yoktur.

Kazandığınızı sandığınız şeyin mücadelenize değmediğini, ancak kendinizdeki kayıpları fark ettiğinizde anlarsınız.

O hâlde soruyu yeniden soralım:

Hayat, durduğunuzda mı boşa harcanır?

yoksa mücadele ederken verdiğiniz kayıplarla, elde ettiklerinizi dengeleyemediğinizde mi?

cevap: bir küçük kahve molasında saklı;)

lizaçakır

obikaramel

…hayattan beklentiniz ne

Boyunuzdan büyük işlerinizden dolayı kendinize dahi anlatamadığınız, yalan dünya düzenine baş koymanın başı sanıldığı düzen için, tüm benliğinizi satsanız dahi kazanamayacağınız güzel bir anı biriktiremediğiniz her gününüz için hayıflanacağınız zaman dilimi yaklaştığında üzülmeyin!


Paranızın, malınızın, servetininizin tadını çıkaracağınız zaman etrafınızda sağlıklı insanlar biriktirmeniz önemli değilmi?

Kalabalıklar içinde kaybettiğiniz, tüm güzelliklerine endişe etmeden “şimdi değil” dediğiniz her neyse günü geldiğini düşündüğünüzde aynı hevesle orada olmayacak. endişe etmediyseniz tabiki yola devam edebilirsiniz. Siz olmasanız da şimdilerin hiç yaşanmamış olduğunu düşünmeyin. O şimdiler yaşanacak ve güzel anlar da birikecek elbette ancak başrolü siz olmayacaksanız.
Bugün tüm dünya nimetlerinden faydalandığını sanan her fırsatı kendine başarı adleden ancak içindeki varoluş sebebini kendine unutturacak kadar, her çabayı anlamsız kılan değerli insanlar. Hayat, siz o başrolde olsanız da olmasanız da devam edecek elbette. Yarın kaybeden de olmayacak herkes kazandıklarıyla var olacağı evrende düzen hiç değişmedi değişmeyecek.
Kısacık hayatlar yaşamıyoruz. Yaşadığımız hayata kattılarımızla zamanı çoğaltamıyorsak, zamansız katamadıklarmızla da azaltamıyoruz tabiki.

netice itibari ile işin özünde HAYAT BİR DENGE ruhen ve bedenen yaşamda var olabilme süreci… her gün yanından geçtiğiniz saksıda bir çiçek dahi açtığını gördüğünüzde yüzünüzü gülümseyebildiğini unutmayın.

yürümek kolay değil, yürütmek zorunda olduğunuz her sürece dayanacak kadar zafer kazandığınızda onu arkanıza destek olarak almayacaksanız, şimdi şu anda “kazandım” da diyemiyorsanız kazancınızın tadını çıkartamıyorsanız ne bugün ne de yarın kazanmış sayılmayacaksınız .

lizaçakır

obikaramel

…özürler gereksiz, niyetler yersiz

özürlerin gereksiz niyetlerin yersiz olduğu zamanlarda yazdığın yazılar geçici, verdiğin sözlerin yanıcı olduğunu hatırla.

bugün burdan ayrı bir gökyüzüne bakmak bile güzel olabilirdi… kalbinizden süzülen her söze verebilecek kadar tatminkar yanıtlar alınabilseydi…

olmasını istemediğiniz ne varsa olan hayatınıza şiddetle karşı çıkılsa dahi, güvendiğiniz tek yol, kalbinizden süzülen her duygunuzun sizi ayağa kaldırabilecek kadar güçlü olduğuna inandığınız gündür. 

Umutmayın!

kimse unutulmaz değil unutulamaz!

ne yaptığının, ne yapamadıklarının, ne de yapmak istemediklerinin sende bıraktığı sermayeden beslenemeyecek kadar yorgun olduğunda, duvara yaslanmaktan başka çaren kalmaz. ayakta duracak kadar gücün de olmadığından, “bu da benim hatam” demek yerine  “bu da benim dersim” diyip; yola devam etmek istersin ya… bazen bir umuda sarmalanmanın dahi nefes olamadığını anladığında, bu çırpınışa şahit olan her bireyin kendi kahraman rolünü parlatmak için öylesine umarsızca “daha bu ne ki “ dediğinde yutkunmanızı tavsiye ederim.

“daha bu ne ki” diyen kahraman; bu karşınızdaki can, kendi tanık olduklarına, sizin yutkunamayacağınızı düşündüğü için yorumsuz kalacaktır.

not: sayısız kez yazı yazmaya beni teşfik eden, her birini okumadığına da emin olduğum değerli sırdaşım bu hayat sınavımda, kendince rol aldığın ve “şükür” dediğin her seçiminle sınandığım için sana da teşekkür ederim.

Kahramanlara Saygılarımla

lizaçakır

…yaşadık ve yaşayacağız

Bazen hayatı bir yolculuk gibi görürüz; istikametini bilmediğimiz, adımlarımızı kimi zaman sağlam kimi zaman titrek attığımız bir yolculuk…Dün…Bugün…Yarın…

Geçmiş, çoğu zaman cebimizde taşıdığımız buruşuk bir kağıt gibi. Kimi yeri yıpranmış, kimi yeri katlanmış, kimi yeri silinmiş. Üzerine düşürdüğümüz gözyaşlarıyla bazı noktalar bulanıklaşmış, bazı yollar ise artık görünmez olmuş.

Kabul edelim: Hiçbirimizin geçmişi kusursuz değil. Ve sonsuz ”iyi ki” de değil. Çünkü insan, kusurlarının kenarında büyür. Hayat, pürüzlerin arasından bize bir şey öğretir.(tabiki öğrenmek istiyorsak)

Geçmişte kalmış bir kırgınlık, yarım kalmış bir cümle, yanlış kişiye doğru attığımız bir adım… Bunların hepsi bazen “keşke” diye içimizi sızlatır ama “keşke”ler aslında yol boyunca bize bırakılmış ufak işaretlerdir. Bir daha o yönü seçmememiz, o yolda kendimizi kaybetmememiz, bizi biz yapan değerlerimizden neden ödün vermememiz geretiğini unutmamamız için önemli bir rehberdir.

“Hata yapmaktan korkma” derler ama hata yaptığımız anlarda kimse yanımızda durmaz genelde. Hata yalnız bırakır. Ama o yalnızlıkta bize en çıplak hakikati öğretir:

Kendini Kaybetme,Yolundan Dönme,İşaretleri İzle…

Çünkü o izler bize kim olmadığımızı gösterir ve tabiki kim olmak istediğimizi de…

Belki de hayatın en büyük armağanı budur:
Yanlışın içinden kendi doğruna varabilme arzusu ve kolaylıkla nefes almabilmek…

Bir sabah güneş pencereden girerken daha hafif uyanabilmek,
Bir şarkı eskisi kadar acıtmadığında,
Bir anı aklına geldiğinde göğüsünde oturan o ağırlık artık taşınamayacak kadar ağır olmadığında,

Ruhun Şifalanmıştır !

Geçmişle yaşamayı bilmek.
Yaraya değil, dönüşüme bakabilmek.
Bu hayattan alabileceğin en kıymetli armağandır. Ve bu yolculukta anlam, çoğu zaman yolun sonunda değil; adımların arasında gizli.
Hayatın haritası elimizde doğmadık tabiki ama her gün, aldığımız her nefesle onu yeniden şekillendirdiğini de unutmadık.
Hayatımızdan sildiklerimizle, yeniden yazdıklarımızla, değişimlerimizle, dönüştüğümüz kişiliğimizle, seçtiğimiz yolda var olabilme savaşımızı rotadan şaşırsak bile sona varacağımızı bile bile yaşadık ve yaşayacağız…

lizaçakır

obikaramel

…değerli olan, değer bilenin elinde parlar.

Bazen kendimizi kalabalığın içinde sessizce kaybolmuş gibi hissederiz. Herkese iyi niyetle yaklaşır, içimizden gelen ışığı paylaşırız ama yine de görülmeyiz. Çünkü bazı insanlar yalnızca kendi dertlerine odaklanır; karşısındakini anlamak, ona kıymet vermek zahmetli gelir.

Oysa gerçek bir değer, sadece gözle değil kalple görülür.

Kıymetini bilen, seni kalabalığın içinde bile bulur. Sözünü, emeğini, varlığını fark eder.

Bazı insanlar senin ışığını taşıyacak kadar hazır değildir.

Bu yüzden parlamadığını sanma; sadece yanlış yerlerde parlıyorsundur.

Zaten değerli olan, değer bilenin elinde parlar.

Hayat, bize bazen bu farkı öğretmek için sessizleşir.

Görülmediğimizde, aslında kendimizi yeniden görmeye davet eder bizi.

Kıymet görmeyi beklerken, kendi içimizdeki değeri fark etmemizi ister.

O yüzden artık herkesin seni anlamasına gerek yok.

“?Doğru insan kendini anlatmana bile gereli görmediğinde sana olan değerinden bir an bile şüphe duymadığın o canından öte olan o CANDIR!”

İşte o zaman ışığın, olması gerektiği gibi parlayacağından emin ol : Ne daha az, ne daha fazla — sadece hak ettiği kadar.

not: bu yazı “Kıymet bilmeyenlere sessiz bir teşekkür” kıymetli kılana da sonsuz ŞÜKÜR

lizaçakır

obikaramel

…öğrendim

hazmetmeden, affetmeden, affedilmeden, kafanızdaki binlerce soruya cevap bulmadan, hak ediş için direnmeden, öc almadan, nefret etmeden, nefesinden vaz geçmeden, nefsinden ödün vermeden, sahtelikle beslenmeden, yalan bir dünyada rol seçmeden, sürece direnmeden SADECE DURARAK kendi kayıplarınızla var olabileceğiniz gerçeğini kabul edemezmiydiniz?

yada

yaralarınız hiç bir şey yapmadan da iyileşmezmiydi?

denedim!…

hem de çok denedim.

Ben! beni ben yapan değerlerimden beslendim, kalbimi de vicdanımın hafifliğiye güçlendirdim ve sanırım bunu da başardım…

en çok da sabrederek ve sürece güvenerek ruhumu dinlenlendirdim

gücüm yetmediğinde de DİRENMEMEYİ, yoruldum dediğimde DİNLENMEYİ de yeni öğrendim…

*gülümsüyorum yeniden…Ama bu sefer KENDİME

lizaçakır

obikaramel

…hayat

“Hayat, bir anlama yolculuğudur ve bu yolculuğun haritası senin elinde.

Kendine emek verdiğin her an, gelecekteki huzurun temel taşını döşüyorsun.

Geçmiş seni şekillendirmiş olabilir ama seni sınırlayamaz.

Her hata bir armağan, her başarı bir durak.

Sevdiğin ve arzuladığın hayatı hak ettiğini bilerek ilerle;

çünkü dünyaya getirdiğin ışık, sadece seninle parlayabilir.”

lizaçakır

…kendi gökkuşağını çiz…

hayat, beyaz bir tuval ile başlar. bembeyaz işlenmemiş, yazılmamış, çizilmemiş, dokunulmamış, yıpranmamış, tertemiz…

her şeyin sessizliğe karıştığı, rengin suskunlaştığı bir noktaya gelene kadar tuval siyaha boyanmadıca tüm canlı renkleri yutmadıkça yolunu aydınlatan hep bir umut var aslında.

Asıl yolculuk, bu iki uç arasında gizlidir hayat gökkuşağı renklariyle aydınlandığında hangi renge tutunduğuna bir bak …

İnsan, her adımda eline bir fırça alıp bazen itinayla bazen huzurla bazen de içinden taşan coşkuyla boyar kendi tuvalini… Bazen güzel bir harmoni, bazen de karmaşa çıkar ortaya. olsun! hepsi hayata dair bir imza…

Kimi zaman kırmızının ateşiyle yanar, tutkularını savurur.Kimi zaman mavinin dinginliğinde sığınacak bir deniz bulur.Bazen yeşilliğin nefesinde yeniden filizlenir, sarının coşkusunda çocukluğuna döner. Her renk, bir ders; her ton, bir tecrübedir…

İNSAN! arada dengesini de kaybeder. Gökkuşağının bütün renklerini aynı anda tüketmek ister; doyumsuzca sürer fırçasını, kolu yoruluncaya kadar, nefesi soluklanmayana kadar, uykusuzluktan takaksiz düşene kadar BOYAR

Ve sonunda ortaya çıkan tek şey, bulanık bir tuval. Ne canlı, ne net… Yorgun, karmaşık, ağır bir ton. Tüm heyecanın, mutluluğun, çocuk sevinçleri donar… Karşıdan seyredince fark edebileceğin soluk bir TUVAL!

Șimdi o soluk tuvali de kucakma ZAMANI… kalk ayağa diye fısıldar hayat nefes aldıkça ümidin olmalı değil mi;). O soluk tuval de fısıldar bazen güven, bazen saklanacak bir zemin sunar.

Ama, çok beklersen karşısında içi daraltır, nefesi boğar.

Artık yeni bir sayfaya ihtiyacın var.”

İşte o an, akan tertemiz su ile temizlenir elindeki fırçan.

Ve paletin üzerine düşen ilk yeni renk, yeniden doğuşundur. Hayat, işte tam da burada bize bir hediye sunar. Her başlangıç, aslında yenilenmen için bir şanstır.

Her renk kendi canlılığını koruyabildiği zaman sisin ağırlığından uzaklaştırır.

İnsan, bir kez gerçekten kendi gökkuşağını yarattığında birdaha kaybetmez, kaybedemez! emeğini, sevgisini, coșkusunu, hüznünü bulutlara bağlamaz. bağlayamaz ! ve tabiki yolundan da dönmek istemez.

Fırça şimdi sizin elinizde tuvalinizi de temizlemeden yeni gökkuşağı olmaz

not: bir DAMLA MAVilikle ümidini kaybetmeyenlere sevgilerimle …

lizaçakır

…kendimi kazandım…

En Zor Savaşının Ardından Gelen En Güzel Zafer nidasıdır “KENDİMİ KAZANDIM!”diyebilmek…

Hayatta madden ve manen birçok şeyi kazanabiliriz. … Ama tüm bunların içinde belki de bazen küçük bazen büyük bedeller öderiz. Bu yolda yürümeye çalışırken çoğu zaman kendimizden kaçarız. Toplumun beklentilerine göre şekillenir, başkalarını memnun etmek için kendi isteklerimizi sustururuz. Kimi zaman olmamız gereken kişi gibi davranırız ama aslında kim olduğumuzu hiç sorgulamayız yada buna cesaret edemeyiz…Ta ki bir gün, içimizdeki boşluğun büyüdüğünü, aynadaki aksımıza yabancı olduğumuzu fark ettiğimizde o büyük savaşımız da başlar…

Dışarıdan bakıldığında hayat hep düzenlidir. Düzenin içinde düzenli olmak, sürüden ayrılmamak, konfor alanından çıkmamak…. Güven vermedi mi hepimize… Bazen fark edilmemek bazen fark edilmek için değil miydi tüm çabamız…

Bunların hepsi bize mi aitti yoksa düzene mi? Bir başkasının senaryosunda figüran gibi rol yapmadık mı çoğu zaman. Ne hissettiğimiz önemli değildi, önemli olan nasıl göründüğümüzdü aslında.

Ama gerçekler bir gün kapıyı çalar mutlaka. Bazen bir krizle, bazen bir kayıpla, bazen de sadece bir sabah sessizlikle uyandığında. Hoşgeldin araf dünya…

Seçimimizi yapana kadar bir ip üstünde sallanmadık mı?

Kaybolduğumuz yerde kendimizi aramadık mı?

Kendimizi bulmak hiç de kolay olmadı da bir anda da olmadı. Bu, içsel bir yolculuktu; Acı dolu yüzleşmeler, var olduğunu sandığımız benlikler bir bir yıkılana kadar, hayali kahramanlar bir bir sahneden çekilene kadar, tüm inançalarımızı sorgulamadan, toprağımızı kazımadan, üzerimize yapışan bize ait olmayan duygularımızı kazmadan uyanamadık, olmadı… çünkü önce kaybettiklerimizi , bastırdıklarımızı ve ihmal ettiklerimizi de görmemiz gerekliydi. SÜREÇ ZOR , YOL UZUN ‘du. En büyük destekçimiz sabrımız ve inancımızdı… değerimizi, sınırlarımızı, neye evet neye hayır dediğimizi yeniden öğrendiğimizde başladı savaşımız…

Ve belki de ilk kez, sadece kendimizi duymaya çalıştık. O ses yavaşça yükselmeye başladı: “Buradayım.”

Kendini Kazanmak için SAVAŞ! dedi

Kendini olduğun gibi kabul etmeyi öğren. Eksiklerinle, kırılganlıklarınla, gücünle ve ışığınla BARIŞ! Başkalarının beklentileriyle değil, kendi değerlerinle yaşamayı seç. En önemlisi kendine öncelik vermeyi öğren. Sessizlikte huzur bulmayı, yalnızlıkta kendinle dost olmayı başardığın gün.. KAZANDIN! dedi.

Ve şimdi diyebilirim ki: Ben de kendimi böyle kazandım.

Bu Yazıyı Okuyan Sen…

Eğer bu satırlarda kendinden bir parça bulduysan, bilmeni isterim ki; Bu yolculuk senin de hakkın. Kendini kaybetmiş olabilirsin ama unutma zamanı şimdi ve şu an! ne vaktinden erken ne de süreçten geç!… senin en büyük gücün, KENDİN OLABİLMEN!

Zaman alacak, elbette. Kolay da olmayacak…. Ama her adımda kendine biraz daha yaklaşacaksın!

“Kaybettiklerim oldu tabiki ama en kıymetlimi KENDİMİ KAZANDIM.”

lizaçakır

…dur!mak…

Kendi iç sesinizi duymayı unuttuğunuz oldu mu hiç? Yada sürekli ihtiyaçlarınızı ertelediğiniz… Ruhumuzu beslemek yerine sadece görevleri tamamlamaya odaklandığınız süreçte hayat “DUR!”komutuyla sizi olduğunuz yere sabitledi mi? bu noktada, ben bunu neden daha önce göremedim dediğiniz olmadı mı ?

bitmeyen yorgunluklar, isteksizlikler, huzursuzluklar, kırgınlıklar, tabiki kızgınlıklar vs vs …. en önemlisi de ertelenen onlarca olasılıklar, ilerleyen zamanda koskocaman KEŞKElere dönüşmedi mi …

şimdi: “Dur ve yeniden bak” olanlara, olmayanlara ve olması muhtemel olasılıklara…:)))

lizaçakır

obikaramel

…bu sahnenin başrolü SENSİN

insan kendi hayatının başrol oyuncusudur.

ve hayat kaç sezon devam edeceğini bilemediğimiz bölümlerden ibaret değil mi?

Dünyaya geldiğimiz anda sahne ışıkları açılır, ilk repliklerimizi veririz ve hikâyemiz başlar. Yan roller değişir, bazı karakterler gelip geçer, bazıları uzun süre bizimle kalır ama ana karakter ölmeden dizi bitmez…

Kimimiz kısa bir mini dizi kadar sade ama yoğun bir hikâye yaşarız, kimimiz uzun soluklu ve bol bölümlü bir seriye dönüşürüz. Önemli olan sezonların uzunluğu değil… Her bölümün izleyicilerde bıraktığı etkiyle şekillenmez mi senaryo da oyuncu da…

Senaryoyu yazanda, yöneten de biz değiliz de en iyi şekilde oynayabildiğimiz sürece, işimizi en iyi yapabildiğimiz sürece, alkışlandığımız, takdir edildiğimiz sürece bir yıldız gibi hayatımızın baş rolünde parlamaz mıyız? Bazen dram olur, bazen komedi, bazen de sürprizlerle dolu bir macera… kimi zaman alkışlanır, kimi zaman eleştiriliriz.

Başrol olmak; sorumluluk almayı, seçimlerimizin ardında durmayı ve hikâyemize yön verecek cesareti bulmayı gerektirmedi mi?

O halde şimdi yeniden soralım mı kendimize: Hikâyenizi nasıl bir türde ilerletmek istediniz? Dram mı, komedi mi, ilham verici bir yolculuk mu? Her gün yeni bir sahne, yeni bir replik, yeni bir ihtimaldir. Ve sizin diziniz, sizin hikâyeniz, sizin seçimleriniz olmadı mı?

Unutmayalım ki; en güzel diziler, izleyicide iz bırakanlardır.

Bizim hikâyemiz de öyle olabildi mi? Repliklerimiz kalbimizde soluklanarak dilimizden döküldüğünde role de gerek kalmadığını anlayabildik mi?

Sonuçta hayat, en çok da şunu fısıldar:

“Bu sahnenin başrolü sensin. Oyna, hisset, yaşa.”

lizaçakır

obikaramel

…yolu bilmek mi, yolu gitmek mi mesele

Hayatta hepimiz birçok şeyi bildiğimizi düşünürüz.
Bunların yolları hakkında kitaplar okur, videolar izler, belki saatlerce başkalarıyla konuşuruz deneyimleriyle aydınlanırız da işin ilginç tarafı … Bilmek, tek başına hiçbir şey ifade etmez Çünkü yolu bilmekle yolu gitmek aynı şey değildir çoğu zaman…
Bilmek Kolaydır da Gitmek Cesaret İster…
konuşmak kolaydır da adım atmak, ilerlemek karar almak zordur aslında . İşte orası bambaşka bir dünya. Çünkü o yolun üzerinde: Yorgunluklar, kırgınlıklar, belirsizlikler, karasızlıklar, etkiler, tepkiler, çokça sabır, çaba …. KAZANMA ümidi yada KAYBETME korkusu vardır. Konfor alanından çıkmak gerek çoğu zaman. Başarısızlık ihtimali korkutur elbet. İnsanoğlu bilmediğinden KORKAR da bildiğini sandığından SINANIR elbet…
O yüzden birçok insan “yolu bildiği halde” harekete geçmek istemez. Bilgiyi biriktirir ama adım atmak istemez.. Bilmek güvendir de yürüyebilmek CESARET…
Kitaplarda her şey güzeldir ancak hayat pratiğinde öylece akmaz …
Yol seni sınar. Yol seni değiştirir. Yol, seni bilgiyle değil, tecrübeyle donatır.
Tıpkı yüzmeyi kitaplardan öğrenmeye çalışmak gibi… Suyun içinde olmadığın sürece gerçekten yüzemediğini suya girmeden bilemediğin gibi…
Gerçek dönüşüm bilgiyle değil, yolla olur.
Kısacası YOLU BİLMEKLE YOLU GİTMEK aynı olmadı…
Eğer bir süredir aynı yerde olduğunu hissediyorsan, belki de o yola hâlâ çıkmadın. Sadece biliyorsun ama henüz yürümedin. O zaman kendine şunu sor: Gerçekten yolda mıyım…

lizaçakır

…kalbiniz daha olmadı mı çelikten

Bazı anlar vardır…

Sözler, gözlerden daha keskin bir neşter gibi iner. Bir bakarsınız, beklemediğiniz bir yerden düşer bir cümle de en savunmasız yerinden saplanır yeniden… Hissedersin de kan akmaz artık saplandığı yerinden neşter çelikten madem der ben de anlamadım mı senin derdinden?…

O an fark edersiniz: insanın kalbi de olmadı mı çelikten…

Çocukken, düşüp dizimiz kanadığında hemen iyileşirdi yaramız da. büyüyünce, düşüşler daha sessiz, yaralar daha görünmez olmadı mı?Bir söz, bir bakış, bir ihmal…

Dizdeki yara kabuk bağlar da, kalpteki kolay kolay iyileşmez denirdi de neden demediniz madem izin verdin o neştere o da dönüşmedi mi çelikten bir kalbe…

Peki ya siz?

Hiç, “bu kadar kolay mı?” deyip de, yine aynı yerden yaralanmadınız mı?” Hiç, “Artık daha güçlüyüm” diye kendinizi kandırıp, tek bir kelimede darmadağın olmadınız mı?

İşte o zaman sorarım size: Sizin de çelik olmadı mı kalbiniz?

Belki de mesele çelikten bir kalp sahibi olmak değil de, o kalbi çelikten bir kafese hapsetmekte bunun yolu… YADA en büyük güç, kırılmaya rağmen yeniden sevebilmekte?

kalbinizi saklamadan, “Evet, ben buradayım” diyebilmek mi cesaret; kökleri toprağa, dalları göğe uzanan bir ağaç gibi sağlam durabilmekte mi maharet?

sadece sordum öylece BEN Bilemedim de … 😉

lizaçakır

…gelseydin

gelseydin bir gün belki kalplerimizi koyardık masaya yükümüz hafiflerdi biraz…

önce uzunca bakışırdık belki arada biraz da gülüşürdük… ilk ben açardım kalbimin düğümünü “gık” çıkar mıydı bilmem…sonra belki sen başlardın… kim bilir belki iki damla gözyaşı bile düşerdi masaya ama kimse anlamamış gibi yapardı…sorsa eşlik etmek icab ederdi çünkü… Belki bir dal sigara yakılırdı ortaya bir söyler bir tüterdik belki…

Sonra…

sonra mı?….gece sabaha dönerdi ya gün kavuşurdu güneşine… biz de kavuşurduk belki kim bilir…

ha! yine gece olmazmıydı? dersin tabiki olurdu,olurdu elbet gece ama gün bilirdi ne olursa olsun kavuşacaktı güneşe bunu bildiği için ağır gelmezdi hiçbir gece ….

gidemeyenlere sevgilerimle 😉

lizaçakır

…her son bir başlangıcın kıyıdır aslında

Bazen yaşam, bizi durmaya, düşünmeye ve yeniden tazelenmeye zorlar. Kalbimizi bir nadas sürecine sokar.

Binbir emekle büyüttüğün, sevgiyle yeşerttiğin bir ilişki artık gitmesi gereken yere doğru yola çıkmıştır. Çoktan…Anılar birer birer düşer zihnine. Gülümsersin… Ve gün batarken, gecenin karanlığında anılarına sımsıkı sarılırsın. Sabah hiç olmasın istersin ve kendi karanlığında elinde kalanları en kutsal emanet sayarsın sanki bir gün geri vermen gerekecekmiş gibi ve kimse dokunsun istemezsin, en saf haliyle korumak istersin…

Ama her zaman olduğu gibi… Her gecenin mutlaka bir sabahı vardı işte… Ne beklediğinden erken, ne de dilediğinden geç. Tam olması gereken zamanda , olması gerektiği gibi…

sürece DİRENMEK KÖR BİR DÖVÜŞtür…

İstemsizce açarsın pencereni. Önünde yabani otlarla kaplı, kocaman bir tarla. Bakımsız, sevimsiz, verimsiz…Nerden başlayacağını hatırlamak istemezsin… Kendinle bitmeyen kavgaların,sessiz çığlıkların da faydasızdır. Bilirsin… Sürece yeniden bir şekilde dahil olacaksın çünkü sen bütünün bir parçasısın ….

Ve sonra…

Günler geçer. Önce o tarlanın etrafında dolanırsın sadece. Ne yapacağını bilemeden. Ellerini toprağa değdirmeye korkarsın. Çünkü bilirsin ki, dokunduğun yerlerde kabuk tutmuş yaraların yeniden kanayacaktır.

Ama sonra, yavaş yavaş, çözülür içindeki düğüm.

Bir sabah, sadece bir tutam yabani otu sökersin. Belki gözlerin dolar, belki ellerin titrer… ama o ilk adımı atarsın.

Ve devamı gelir.

Toprağı havalandırırsın. Her kürek darbesiyle geçmişin tortuların içinden yeni bir nefes çıkar. Bazen yorulursun, bazen duraksarsın, ama pes etmezsin. EDEMEZSİN… güçlü olduğundan da değil geriye bakacak kadar bile takatin kalmadığından PES EDEMEZSİN.

İlk yağmurla birlikte toprak suya doyar.

İçine aldığın her damla, belki yeniden yeşerir umuduna sarılırsın. Sabırla beklersin. Ne acele edersin ne de zamanı zorlarsın. Bilirsin artık; her tohum, kendi vaktinde filizlenecek.

Ve bir gün fark edersin: O çorak sandığın toprakta, yepyeni bir filiz baş göstermiş. Belki henüz narin, belki kırılgan… ama bir o kadar da umut dolu.

İşte o an, kendine sessizce gülümsersin. BAŞARDIN!

Çünkü bilirsin ki, sevgiyle emek verilen her şey, zamanı geldiğinde mutlaka karşılığını alır.

Her son, bir başlangıcın kıyısıdır aslında…

Ve her nadas, aslında ruhun yeniden nefes alması içindir. İlmek ilmek binbir emekle işlediğin o toprak, yeniden sadece KENDİNE hazırdır.

Ama bu sefer kendinden eksiltmeden…

kalbi kalbime denk tüm nefeslere

SAYGILARIMLA

lizaçakır

… ben seni çok güzel büyüttüm çocuk

seni çok güzel büyüttüm çocuk…

Sakın korkma seni bir gün sevmezler diye, ben seni sevdim… Sakın korkma bir gün terk edilirsin diye, ben seni hiç terk etmedim… Sakın onlar gibi olmaya zorlama kendini, ben seni her halinle çok sevdim.

Ben seni koşulsuz, şartsız her halinle

KABUL ETTİM…

bir şeyi başaramadığında gözlerinden çıkan o ateşi, kendine en acımasız yargılayışlarını ve kestiğin cezanın yükünü sırtlayışını çok sevdim… güldüğünde beliren gamzeni, ışıl ışıl gözlerindeki pırıltıyı sevdim… saçmaladığında o şımarıklıklarını, hasta olunca mızmızlanmanı, karanlıktan korktuğunda yatağına koşarak saklanmanıda çok sevdim… en çok heyecanınca yerine duramadığın hallerini, hayal kırıklıklarını kalbine gömerken gözyaşlarınla sulayışını da sevdim… keskin bakışlarını, sessiz çığlıklarını gözlerinden okumayı bile sevdim… tebessümündeki haklı gururu sevdim… kocaman kalbini, tereddütsüz merhametini, kendine olan saygını, en çok da dik duruşunu sevdim…

her koşulda hiç kirletmediğin o içindeki seni ÇOK sevdim…

ben seni çok sevdim küçük kız…

bu yaşına kadar hiç söylemedim “evet!” seninle büyüyerek fark edemedim…en çok bu yüzden özür dilerim…

ama sakın KORKMA…

bugün aynaya yansıyan o kadının gözlerinde kendinden emin, haklı gururu görünce bir kez daha emin oldum ki… ben kendimi çok sevdim

içimde hala büyümeyen küçük kız çocuğuna saygılarımla 😉

lizaçakır

…eskiden menekşe severdim

eskiden menekşe severdim, ondan önce papatya, bi ara sarı güllere aşıktım :)))

şimdi düşünüyorum neden papatya, neden sarı gül ve neden MENEKŞE?

sanırım buldum!

papatyaları severdim çünkü çoktu papatya, kalabalıktı, her zaman vardı, her yerdedi uğraşmazdın onu bulmak için hep ordaydı ama dalından koparırsan çok dayanamaz

ÇABUK SOLARDI…

sonra sarı gül sevdim daha özeldi her yerde bulamazdın onu bulman için araman mesai harcaman gerekirdi, önceden düşünmen ve özen göstermen şarttı. çabuk ulaşamazdın… ancak her koşulda ona ulaşmak uğuruna harcadığın tüm mesaiye değerdi… NETti.Ama o da ÇABUK SOLARDI..,

sonra menekşeler…

hıııım evet! menekşeler çoook özeldi çünkü ikisinin aksine hemen solmazdı… hatta özenirsen solmayı geç,çoğalırdı, köklenirdi, coşardı… özeldi. hem de çok özeldi. küçücük bir saksıda gelirdi hayatına, 3-4 yaprağıyla günden güne kök salardı önce toprağına sonra sıcacık kalbine… her sabah güneşe gülümserdi mesela her şey yolundaysa yaprakları dimdik hayata meydan okurcasına sapasağlam dururdu ayakta… ama her şeyi de kıvamında isterdi ne eksik ne fazla dengeydi aslında … yani hayat gibi sen gibi ben gibi… güzel baktıkça çoğalan yapraklarıyla tüm emeğine her bahar çiçek açarak teşekkür eden bir hediyeydi…sevildiği yerde kök salan bir candı aslında…

şimdi anlıyorum nedenini çiçekler BENdi aslında

….

pekiyi sizin çiçekleriniz hangisiydi?

lizaçakır

…özür dilerim küçük kız

yaşadığınız her ne var ise yaşarken değil de şu an sesiniz titreyerek anlatıyorsanız bilin ki bir şeyleri ya da birilerini kaybettiğiniz için üzüldüğünüzden değil, birine bu denli güvenecek kadar saf ve masum duygularınızı, uğruna çırılçıplak hesapsızca önüne sermekten bir an dahi tereddüt etmeyecek kadar güvendiğinizdendir.

Neden mi?

“Neden?” güvendiğiniz değil…

“Nasıl?” hiç değil…

ASIL MESELE…

herkese hoyratça savurduğunuz onca güzel duygularınızı kendinizden bu kadar esirgeyişinizde. içinizdeki o çocuğu büyütürken yaptığınız onca zorbalığa rağmen şu an hala sizinle gülüp ağlayabilecek kadar saf kalabildiyseniz ve sizin o saflığı başkasının kirletmesine bu kadar kolay izin verebilmeniz gün işte asıl mesele burda baş gösterir…

kendinize karşı olan vicdan muhasebesindeki ağır faturanın külfetinin altında ezildiğinizde yüzleşmeler başlar.

Asıl mesele kendinize göstermediğiniz yada göstermeye layık göremediğiniz sevginizde, merhametinizde, güveninizde…

şimdi ben de özür diliyorum sizin sayenizde yüzleştiğim aynadaki aksımdan ve o gözlerimdeki küçük kız çocuğundan…

“söz sana küçük kız bir daha dik duruşuna rağmen sesini çaresizce titretecek kadar seni güzelliklerinle utandırmayacağım… “

lizaçakır

…senden geriye kalanlarla yaşamayı öğrendim…

bazen bir film izlersin ve çok etkilenirsin ömrün boyunca unutamazsın. Her bir sahnesi, her bir repliği kafanda döner durur ama bir daha seyret deseler cesaret edemezsin, o duygu selini bir daha yaşamak mı? Bir düşünürsün bir an söyle bir yoklama yaparsın ve ilk kalbinin kırık parçasını fark edersin, sonra hiç duyulmayan çığlıkların vardır orda bir köşede kaskatı kesilmişlerdir… Sonra canının nasıl yandığını hatırlarsın gözlerindeki dumanlı bakışların anlam kazanır… Hal böyle olunca için burkulsun canın yansın gözyaşın dökülsün istemezsin işte… günlerce aklından çıkaramadığın her bir sahneyi normalleştirmek için verdiğin savaşı hatırlarsın…

kısacası; sil baştan yaşamaya cesaret edemezsin…

yine de en etkilendiğin filmi sorsalar yüzünde tatlı bir tebessüm ile aynı ismi söylerdin…

Filmin adı mı?

Benimki; SENDEN GERİYE KALANLARLA YAŞAMAYI ÖĞRENDİM…

ya SİZİNKİ NEYDİ?

lizaçakır

…aşkı sor bir kendine

bugün bir değişiklik yapalım… zihnimizle, kalbimizle ve bedenimizle sohbet edelim!

alın şimdi bu muhteşem üçlüyü karşınıza… dikkat edin ama genelde pek anlaşamazlar bilirsiniz! malum ;)) herkes yerinde rahatsa hadi başlayalım…

“bana aşkı anlat!” diyoruz önce zihnimize sonra kalbimize en son bedenimize…

( ben önce başlıyorum izninizle)

“zihnimde aşk” …

huzurdur bir dansı doğru adımlarla güzel bir gösteriye dönüştürmektir… her bakanın hayranlıkla izlediği müthiş uyumdur… arada ayaklara basılabilir, can yanabilir, adımlar şaşabilir, partnerin uzaklaşabilir ancak kıvrak naif bir hareketle kendine döndürüp bir de yüzüne kocaman gülümseme kondurursan kimsenin fark etmeyeceği görsel bir şölendir…

“kalbimde aşk”

etrafına bakmadan, kimseyi umursamadan, yolun sonunu görmeden dört nala koşan bir kır atıdır. durmak istese dahi hızını kontrol edemeyen özgür bir kısraktır… toynakları hunharca yere her vurduğunda çıkan sesle yükselen heyecan… her vuruşta da hızlanan hızlandıkça özgürleşen rüzgarla sevişen yelelerinde hissettiği tatlı serinliktir aşk… durursa tüm bedeni yorgun düşer, acılarını hisseder bilir!…o yüzden uçsuz bucaksız yeşilliklerde toynaklarına batan taşlara, bedenine derin izler bırakan çalılara, susuz kalan bedenine inat umarsızca özgürlüğüne aşık, asla dizginlenemeyen bir kır atıdır aşk…

“bedenimde aşk”

her organın kendi bağımsızlığını ilan etmesidir… bedenin her bir zerresinde verilen savaştır… kaostur! kaosla beslenen tutkudur… tutkuyla kör olan gözdür… adrenalinin uğultusuyla sağır olan kulaktır… en önemli kararların söze gelmeden lal olmuş dilidir… bazen sessiz çığlığındır, bazen de söylediğin en saçma şarkın… terazinin dengesinin şaştığı en tatlı özverindir… kontrol edemediğin kocaman tebessümündür… dur diyip durduramadığın iraden, filene sığmayan zamansız uçuşan kelebeklerdir… yapmam dediğini yaptıran, tüm karanlığını gökkuşağına boyayan, asla göremediğin gerçekliğindir… ruhun terbiyecisidir aşk! aldığın nefese şükrettiğin, içinde bitmesini hiç istemediğin o şavaşın tatlı yorgunluğudur… bitse dahi iyiki lerle dolu bir mazidir… anlamsızlıktır… gönüllü esaret halidir aşk…

şimdi sıra sende!

tanış kendinle!

aşkın nerede?

lizaçakır

…ben bir uçurtmayım

ben bir uçurtmayım uçmaya tutkulu;
ben bir uçurtmayım sevildikçe süslendiğim,
unutulunca yolunu kaybeden, fark edildiğinde yine uçsuz bucaksız hayallerinde süzülen… sonra yine unutulan, vazgeçilen ve dengesini kaybedip yavaşça hayallerinden aşağıya süzülen… sessizce süzüldüğü için fark edilmeyen ve işte daha fazla direnemeden ağaçların dallarına takılan uçurtmayım ben…
her dalın bedeninde açtığı çiziklere anlam veremeden,o çok sevdiği süslerini kaybetmenin kaygısıyla daha da sessizleşen uçurtmayım ben…

ıssız, sessiz, eşsiz maviliklerde neşeyle dalgalanan her bakanı kendine hayran bırakan süsünden 1 parça koparmasına rağmen yalpayarak da tekrar yükseleceği an a hasret uçurtmayım ben.

ağacın dalları canını çok mu acıtmıştı gerçekten? Yoksa hala fark edilmediğine mi daha çok canı acımıştı? bunu ayırt edemeyen…bir uçurtmayım ben.

ipi en sevdiklerinin ellerinde; kendi haline bırakılan…en güvendiklerinden yara alan ve o yaraya rağmen hep suçu rüzgara atan bir uçurtmayım ben…

uç dediklerinde uçan , dur dediklerinde hoyrat rüzgarlara baş kaldıran uçurtmayım ben; o gergin ipin canını çok acıtmasına aldırış etmeyen… o uçurtmayım …

….yüzleşme:

şimdi bıraktılar mı ipimi? vaz mı geçtiler benden? “o zaten uçar” mı dediler? Uçamam! ben canımı acıtan o ipe güvendiğimden, tek başıma uçamam!

…savruldum rüzgarla, korktum, onlar yine uzaktan baktılar ama korkumu hiç görmediler… uçtu işte dediler… yalpaladım, ona bile çok eğlendiler… çok güldüler…

ve işte düştüm… yine takıldım bir ağacın dalına, şimdi ipimi çeken de yok canımı acıtan da … ama şimdi yolumu kaybettim ben … bulsunlar diye bekledim… beni izlemekten mutlu olduklarını görmüştüm… o gözlerde o ışıltıyı görmüştüm ben…güvenmiştim o ipi hiç bırakmayacaklardı?

saatler geçti, günler geceye döndü, hafif rüzgar esti bi havalandım sanki burdaydım… “görün beni!”…

görmediler…

haftalar aylar yıllar geçti süslerim soldu ümidim kurudu… tutsalar un ufak olurdum şimdi … iplerim dolanmış her yerime boğuluyorum…

bir sabah ansızın güneş bana da gülümser belki, bir kuşun gagasında yükselirim masmavi yeni umutlara, iplerim çözülür yarınlara, kanayan her yarama kuş tüyleri yapışır belki. Belki zaman ilaç olunca yarlar sertleşir zamanla kim bilir?…

umut! yeniden uyanış:

şimdi un ufak acılarıma kuş tüyü taktığım… takıştırdıkça sevdiğim, sevdikçe şükrettiğim BEYAZ TÜYLÜ UÇURTMAYIM ben…

evet bugün hayran olduğunuz o beyaz tüylü uçurtmayım…

tüylerinden tanıdığım uçurtmalara sevgilerimle…

lizaçakır

…sen çok güçlüsün

Gerçekten güçlü olmak istediniz mi?

Ben hiç istemedim mesela …

Güçlüsün denildikçe şişen egomun altında ezilmek istemedim…Yada güçsüzlüğümü kimse görmesin diye üzerime giyindiğim o ağır “güçlüyüm” kalkanıyla yaşamak da hiç istemedim. Sırtımdaki yükle ayaklarım yalpalarken yolumdan şaşmamak için tek başıma ettiğim mücadelem hayatla değildi ki; bana hediye edilen gücümleydi aslında…

NEDEN?

… sen çok güçlüsün, sen o kadar güçlüsün ki “ben sana destek olmak istemiyorum” diyemedikleri için mi?

… sen çok güçlüsün, sen o kadar güçlüsün ki “ne yaptıysam bilerek isteyerek seni hiç düşünmeden bencilce yaptım” diyemedikleri için mi?

… sen çok güçlüsün, sen o kadar güçlüsün ki “ben, sen ve senin mücadelenle ilgilenmiyorum; benim için önemsizsin” diyemedikleri için mi?

Başka seçenek sunuldu mu size? ( sunulduysa çok şanslısınız, gidin sarılın o kahramanınıza…)

mesela “sen güçlü olmak zorunda değilsin…” gibi…

Güçlü olmadan da her yükün altına girmeden de bir başarı elde edilemez miydi? Güçlü olmadan da huzurlu mutlu yaşayabilmenin bi formülü yokmuydu?

Kimse bu seçenek için özverili olmak istemediği için mi güçlü olmak zorunda kaldık?

Şimdi bir daha düşünsek mi?

GÜÇLÜMÜYÜZ GERÇEKTEN?

yoksa

GÜÇLÜ OLMAK ZORUNDA MI BIRAKILDIK?

hayatımızda bize destek olduğunu düşündüğümüz EN KIYMETLİlerimizden …

lizaçakır

…yüzleşme

bazı insanlar vardır hayatınızda ve onları nerye koyacağınıza bir türlü karar vermezsin ve tam her duygunuzu nötrlemisken kendinizle savaşınız bitirmişken yine saçma bir şekilde gündem olurlar ve size kendiniz DEĞERSİZ ve HİÇ gibi hissettirirler…
buna izin vermeyin…

Buna izin vermemek ve sınır çizmek sizi
SEVGİsiz yada SADAKATsiz YAPMAZ aksine elinizde kalanlarla yeniden şekillenmenizi ruhunuzun daha çabuk şifalanmasını sağlar bir kabulleniştir ve konunun sizle hiç ilgisi yoktur.
EVET bazı insanlar KÖTÜDÜR yakıştıramasanız da konduramasanız KÖTÜdür KÖTÜ hatırlanmalıdır.

UNUTMAYIN!

siz onları güzel sevdiğiniz için kalbinizdedir bunu da onunla bir ilgisi yoktur.

kalbi kalbime denk tüm nefeslere

SAYGILARIMLA

lizaçakır

…ben sevdiğim için güzeldiniz

siz gerçekten çok mu güzeldiniz yoksa ben sizi çok güzel sevdiğim için mi güzelleşmiştiniz…

bir an şöyle bir durup göz ucuyla arkamda kalan onca anıya kafamı çevirdiğimde gözlerim sımsıkı kapalı tuttuğum için karanlıktı her yer. Neden mi? Gözümü açınca hoyratça bilenmiş iyi niyetlerimle nasıl kalbimin paramparça edildiği gerçeğiyle yüzleşmekten, önce küçücük kesik diyip onu bile seve seve büyüttüğüm günlerden ve bir an bile tereddüt etmeden ateşe verilen koca aşk imparatorluğumun yanarak kül olduğunu izlerken, kalbimi ateşin tam ortasında unuttuğum için nasıl yandığımı hatırlamaktan ve her şeye rağmen gözyaşlarımla suladığım çölde çiçek açmasını beklemekten yorgun düştüğüm günlere dönerim diye… açamadım, yüzleşmek istemedim içimdeki cezalı çocukla… evet sevdiği için cezalıydı… cezası müebbet yalnızlık…

olsun…

evet olsun çünkü…

arkamda bıraktıklarıma inat bu günüme güneş açtıracak kadar çok sevgim var içimde.Yüzümde kocaman tebessümüm…Tabiki her şeye , herkese inat doğan güneşe inanan çocuklardandık… İlk bunu hatırlayıp yeni güzellikler keşfetmeye yeniden büyümeye hazır bu bebek…

ve evet …

BEN GÜZEL SEVDİĞİM İÇİN GÜZELDİNİZ…

şimdi siz de bir sorun kendinize…aslında insan gerçekten güzel olanı mı seviyor yoksa sevdiğini mi güzelleştiriyor kalbinde?…

lizacakır

…bazı şakalara hiç gülmedik

…hazmediliyor….

.

.

.

hazmetmeden, affetmeden, affedilmeden, kafanızdaki binlerce soruya cevap bulmadan, hak ediş için direnmeden, öc almadan, nefret etmeden, nefesinden vaz geçmeden, sahtelikle beslenmeden, yalan bir dünyada rol seçmeden, sürece direnmeden SADECE DURARAK kendi kayıplarımızı kabul edemezmiyiz yada yaralarımızı hiç bir şey yapmadan da iyileştiremezmiyiz…

Ben! beni ben yapan değerlerimden beslendim, kalbime de vicdanımı yük etmediğimde sanırım bunu da başardım…

en çok da sabrederek ve sürece güvenerek beslendim…

gücüm yetmediğinde DİRENMEMEYİ de yeni öğrendim;)

belki bir gün burda buluşuruz

lizaçakır

obikaramel

…herkes kalbi kadar sevebilir

İnsan, çoğu zaman sınırlarını başkalarının tutumlarında arar. Oysa sınır sandığımız şeylerin büyük bir kısmı, içimizde sessizce durur. Herkes kalbi kadar sevebilir. Sevgi, öğretilen değil; taşınabilen bir hâlidir. Kalbin kapasitesi neyse, sevgi de oraya kadar yayılır. Fazlası zorlanır, eksileni hissedilir. İnsan baktığı kadarını görebilir. Aynı manzaraya bakan iki kişi, bambaşka hikâyeler anlatır. Biri sadece yüzeyi seyreder,…

…bazı boşluklar doldurulmak için değildir

Hayatında boşluk dediğin dönemlerin sessiz bir dili vardır. eksik kalmış bir cümle değil, yarım bırakılmış bir hikâye hiç değil. Bazen zaman senin için sadece durmak ister. Ne tamamlanmak ister ne de açıklanmak. Sadece durmak! Üzerlerine etiket yapıştırmadan, anlam aramadan, “burada ne olmalıydı?” diye sormadan, arayışa girmeden…durmak. Hayatımı şekillendiren en etkili deneyimlerimden öğrendiğim en kıymetli gerçek…

…değişim de şart değil

Herkes değişmek zorunda değil. Bazıları sabit kalmayı, aynı soruyu her gün yeniden sormayı bir yaşam biçimi sanıyor. Oysa sorun değişmiyorsa, soruyu soran da değişmiyorsa, hatta “acaba” dedirten şey bile aynı yerde sabitleniyorsa… orada devrim beklemek fazla iyimserliktir. Sorgulatanın dahi değişmediğini düşünüyorsan, aynı duvara farklı günlerde kafa atıp “Bugün daha az acır mı?” diye umut ediyorsan,…